Ömer Seyfeddin hikâyeleri ile
büyümüş bir nesiliz. Ancak Ömer
Seyfeddin ile ilgili anlatılan bir hikâye vardır ki en az yazdığı hikâyeler
kadar anlamlıdır.
1917 yılında Afyon
lisesinde öğretmenlik yaptığı yıllar aynı zamanda Birinci Dünya Savaşının sıcak
zamanlarıdır. Bir gün bir gazete haberinde Avusturya’nın Osmanlı ülkesine
pirinç yardımı yapacağı yazar. Öğretmenler odasında hararetli bir tartışmanın
ateşlenmesine sebep olan bu haber öğretmenleri ikiye ayırır. Bir kısmı Avrupa
milletine güven olmayacağını, temkinli olunması gerektiğini savunurken diğer
kısmı “müttefik dediğin ittifakın gereğini yapmalı” tarzı konuşmalar
yapar. Öğretmenlerin yaptığı, zaten çok
okulun olmadığı zamanlardaki bu tartışmanın günümüz tv programlarındaki aydın
tartışmalarına benzer bir tartışma konusu olduğu söylenebilir. Edebiyat
öğretmeni Ömer Seyfeddin’in suskunluğu, tartışmanın ilerleyen bir aşamasında,
öğretmenlerden birinin dikkatini çeker. Okumuş yazmış birisi olarak toplumun
aydın tabakasını temsil ettiğini vurgulayarak Ömer Seyfeddin’den konu ile
ilgili fikrini isterler. Ömer Seyfeddin ise bu konuda kendisinin değil çaycının
cevap vermesini ister. Çaycı çağrılarak pirinç yardımıyla ilgili fikri
sorulunca çaycıdan “palavradır beyim, Avusturya bize niçin pirinç versin. O da
savaşıyor biz de, bulsa kendi yer neden bize versin” cevabı gelir. Hemen bir “zaten
sana soranda suç” tazı homurtular ve yazara “senin aklına uyduk” nev’inden
serzenişler yükselir. Ama bir yıl gibi kısa zaman sonra Avusturya’nın ekonomik
çöküntüyle savaştan çekilmesi çaycıyı haklı çıkarır. Henüz otuzlu yaşlarında milletin bu
özelliğini keşfeden yazarın hikâyelerinin yüzyılı aşmasına rağmen tazeliğini
korumasına şaşmamalıdır. Hikâyesini anlattığı bir toplumu tanıdığı gerçektir. Toplumun
da kendinden gördüğü kişilerle ilgili hikâyeleri yazılı olmasa da sözlü olarak
birbirine yaydığı da öyle aşikârdır.
Hikâyeleri
yüzyılı aşkın bir süredir tazeliğini koruyan yazarın hikâyeleri kadar ilginç
bir yaşam öyküsü vardır. 36 yaşında
hastalığını bir mektupla anlattığında doktor arkadaşının “azizim bol bol
portakal ye” tavsiyesi, şeker hastalığının bilinmediği bir dönem olduğundan,
yazarın ölümünü daha da hızlandırmıştır. Öldüğü hastanede, tanınmadığından
cesedinin tıp öğrencilerine kadavra olarak tahsis edilmesi mi, yoksa hasta
bakıcının kadavra ile yalnız kadavra olduğu için hatıra fotoğrafı çektirmesi mi
daha hazindir bilinmez. Bilinen o ki her meşhur edebiyatçı gibi kendi devrinde
değer görememe durumu genç yazar için de geçerli olmuştur. Yazdığı kadar
yaşadıkları da ayrıca birer hikâye olmuş denilebilir. Belki de edebiyatçılarda
bizim ilgimizi çeken, onları bir şekilde yaşamları ve anlattığı hikâye ile
özdeşleştirmemizdir denilebilir.
Yaşanmış,
gözlemlenmiş veya duyulmuş olayların kulaktan kulağa aktarılarak anlatıldığı
bir hikâye kültürümüz vardır. Benzer hikâyelerin yöreden yöreye faklı
kahramanlarla veya küçük değişikliklerle değişerek de olsa anlatıldığı bir
hikâye kültürünü farklı yörelerden okumak, çalışmak veya askerlik için bir
araya gelmiş insanlardan gözlemlemek mümkündür. Yine aynı şekilde toplanan bu
insanların dağılması ile yörelerine yeni hikâyeler götürdüğü de bir
gerçektir. Benzerini mutlaka duymuş
olabileceğiniz bir hikâyeyi de bir Tarsus yerlisinden dinlemiştim. Hikâyeden
çok anlatıcının anlatırken ki sahiplenişi hafızama yer etmiş olan hikâyede bir
Tarsus köylüsü ile bir profesörün tren yolculuğunda aynı kompartımana denk
gelmesi anlatılır. Hocanın kibri, köylünün giyinişi, birbirini rahatsız eder.
Köylünün durumdan rahatsızlığı ve ders verme ihtiyacı hocaya bir teklife
dönüşür. Her ikisi de birbirlerine birer soru soracak ve doğru cevaplar
ödüllendirilecektir. Ancak şartlar eşit olmadığından hoca bilemezse 100 lira
köylü bilemezse 10 lira karşıya ödeme yapacaktır. Köylü önce kendisinin
soracağını söyleyerek hocaya üçayaklı hayvan olup olmadığını sorar. O saatten
sonra hoca için yolculuk işkenceye döner. Cevabı bir türlü veremez. Tren
Sakarya’ya ulaştığında pes ederek cevabı bilmediğini itiraf ile 100 lirayı köylüye
verir. Bu defa yenilginin hırsıyla köylüye aynı soruyu sorar. Köylü ise
kendisinin de bilmediğinden bahisle hemen 10 lirasını hocaya takdim eder.
İstanbul’a vardıklarında ise köylünün kibri hocanın mahcubiyeti yolculuğun
kazanımıdır. Belki içlerinden çıkan bir eğitim neferinin köylülere bakışı,
belki tren yolculuklarının nasıl geçmesi gerektiği gibi kaygılar, benzer
hikâyelerin üremesine ve çoğalmasına sebeptir.
Toplumsal
yönelişlerimizin hikâyeleri de güncellediği görülür. Hikâyeler aslında bir sahiplenme
aşmasıdır. Hikâyesi olan bir zümre ya da meslek toplum tarafından
sahipleniliyor artık denilebilir. Osmanlı vezirleriyle ilgili her türlü hikâyeyi
duymak mümkün iken padişah ile ilgili hikâyelerin bir süzgeçten geçtiğini ve
belli ahlaki değerler etrafında döndüğünü söylemek mümkündür. Yine paşa hikâyeleri
hemen her konuda var iken hanım sultanlar ile ilgili çeşitlilik pek görülmez. Yine
cumhuriyet döneminde memlekete gelen yabancı iş kolları veya Avrupaya giden
Türkler ile ilgili hikâyeler çeşitlilik gösterirken eskinin Arap ve Mısırlı
hikâyeleri güncelliğini yitirir.
Aslında
İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasının hızlanmasının tarikatlar yoluyla
olmasını da tarikatların dini hikayeleştirerek anlatmasına bağlayabiliriz. Hikâyeler yoluyla kural ve öğretiler hem
günlük hayata uyarlanmış olmakta hem de akılda kalıcı olmaktadır. Ayrıca hikâye
anlatma hevesimizin de bu öğretilerin aktarımını yayması da ayrı bir boyuttur.
Yine aynı şekilde kurulan bir devletin kurucuları ile ilgili olarak anlatılan hikâyelerin
devletin toplum nezdinde kabulünü sağladığı da görülür. Osman Beyin çınar
rüyası, Şeyh Edebalinin kızıyla evlenmesi gibi hikâyesi gerçeğinden daha
tesirli ve yaygın hikâyeleri de bu gözle incelemelidir. Varlığı hiçbir kayıtta
doğrulanamayan Ulubatlı Hasan benzeri hikayeleri de aynı şekilde
değerlendirebiliriz. Benzer şekilde toplumda lider olarak kabul görmüş
siyasetçilerimiz için de mutlaka birkaç hikâye duymuşuzdur. Aslı olup olmaması
bir yana zamana göre de değişebilen hikâyelerin devamı ve yayılması da
liderliklerinin bir sebebi mi yoksa sonucu mu olduğu çözümsüz bir ikilem gibi
karşımıza çıkar.
Hemen her
meslek grubuna, zümreye ait hikâyelerin kendi meslek grupları başta olmak üzere
anlatılması ve güncel durumlara göre yenilenmesi, aile içinde dahi iletişimin hikâyeler
yoluyla olması, edebiyat dünyasının meşhurlarının mutlaka hayat hikâyeleriyle
birlikte anlatılması insanda bir hikâye ihtiyacı doğurduğu muhakkaktır. Yoksa
hayat hikâyesi denilen şeyin sadece anlatılmak için yaşanılan bir şey değil,
başkalarına anlatmaya değer bir hayat olması gerektiğine işaret eder.
Hikâye sever
bir millet olarak okumaya değil dinlemeye meyilliyiz. Bu yüzden yazarlarımızda
bir etrafa anlatacağımız bir süreklilik ararız. Her kitabında farklı hayatlar sunmaya
çalışan yazarlar, eğer bir yönde kendileriyle yarışmıyorsa, tutunamıyorlar. Ya da yazdıklarının yanında, yaşadıkları
ilgimizi çekmiyorsa veya yazdığı ile yaşadığı da uyuşmuyorsa toplumda karşılık
bulamıyor. Aslında çok okumasak da okuyacağımızı iyi seçtiğimiz muhakkak. Ömer
Seyfeddin’e bu gözle baktığımızda hikâyeleri daha da ilgi çekici olmuyor mu? Ne
dersiniz.
Hüseyin Avni GÜLLÜ
EĞİTİM YÖNETİCİSİ
ÖMER SEYFEDDİN VE HİKAYESİ OLMAK
Reviewed by Kamil Güden
on
Ağustos 20, 2018
Rating:

Ömer seyfettini okumaya ilk okulda başlamıştım bende yeri ayrıdır
YanıtlayınSilGüzel bir yazı.
YanıtlayınSilgüzel yazı olmuş kaleminize sağlık. Ömer Seyfettin ve onun hikayeleri yalnızca ilkokulda değil hayatın her döneminde okunabilir. Ömer Seyfettin'in hikâyelerindeki unsurlar kültürümüzden gelir. kimi zaman mizahi bir anlatım kimi zaman mesaj verici bir tarz vardır. Ömer Seyfettin bizden bir parçadır aslında.
YanıtlayınSilgüzel yazı olmuş kaleminize sağlık. Ömer Seyfettin ve onun hikayeleri yalnızca ilkokulda değil hayatın her döneminde okunabilir. Ömer Seyfettin'in hikâyelerindeki unsurlar kültürümüzden gelir. kimi zaman mizahi bir anlatım kimi zaman mesaj verici bir tarz vardır. Ömer Seyfettin bizden bir parçadır aslında. (RECEP ZEYBEK)
YanıtlayınSil