Bir ocak ayı sabahında öylesine sert bir kış günüydü ki her
yer donup buz tutmuştu. Yollarda yürümek için adeta cambaz olmak gerekiyordu.
‘’Yürürken ellerin cebinde olmayacak.’’ demişti babam ama o
zaman da elleri üşüyordu insanın. Evlerin çatılarından sarkan buz sarkıtları
köyümüzün çamurlu sokaklarında görsel bir güzellik oluşturuyordu. Sis köyümüzün
her tarafını sarmıştı. Karşı tepelerdeki çam ağaçları zorlukla görünüyordu.
Sobaların yakılmasıyla
bacalardan gri, siyah dumanlar kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Serçeler açlıktan zayıflamış
halde, yemek artığı bulmak için evlerin kapı önlerine kadar gidiyorlardı.
Ağaçlar tüm yapraklarını dökmüşler, çıplak halde kar tanelerine sarılmışlardı.
Evimizin önündeki yaşlı zeytin ağacının dalları karın ağırlığına dayanamayarak kırılmıştı.
Geceleri soğuktan yanımıza kıvrılan küçük kedimiz evimizin önünde kapının
açılmasını bekliyordu.
Evimizin yanı başında,
topraktan yapılmış tek pencereli küçük bir evde oturan dedem, sobasına bizim
evin bahçe kenarında, kış için hazırladığımız odun ve çalılardan alıp yakmak
için güçlükle yürüyordu. Ayaklarında dizlerine kadar uzanan eski uzun siyah
çizmeler vardı. Siyah şalvarının üzerinde yıllardır gördüğüm eski yırtık bir
pardösü vardı. Yaz kış demeden hiç çıkarmazdı bu pardösüsünü üzerinden.
Başındaki sekiz köşe şapkasının arkasını öne alnına gelecek şekilde takmıştı.
Ermiş insanları andıran uzun beyaz sakalları ise nerdeyse tüm yüzünü kapatmıştı.
Tahtadan yapılmış yıllanmış bastonunu kara saplaya saplaya yürürken:
Beni görünce bağırdı!
‘’Mehmet!’’
‘’Efendim dede.’’
‘’Ne duruyorsun orda oğlum, gel bana yardım etsene!’’
‘’Tamam, geliyorum dede.’’
Huysuzdu biraz dedem. Ninem öldükten sonra, babam bizim evde
kalması için o kadar çaba harcamış ama gelmem de gelmem diyerek o ninemle
beraber yaşadığı küçük toprak evden çıkmamıştı. Belki de hayat arkadaşıyla
yaşadığı anılarını bırakmak istemiyordu. Tüm işlerini kendisi görürdü. Kendisi
istemese de her gün annemin yaptığı yemeklerden birazını tabaklara koyup dedeme
götürürdüm.
Dedeme odun ve çalıları karların altından zorlukla çıkartarak
verdim. ’’Sağ ol torunum. ’’dedi.
Severdim dedemi. Bazı akşamlar yanına gider gaz lambasının
ışığında yanı başına uzanırdım. Hikâyeler anlatırdı bana kısık sesiyle yavaş
yavaş. Hikâyelerdeki masal kahramanlarını öylesine dramatize ederdi ki bazı
geceler rüyalarıma girerdi.
Bazı geceler de onun
yanında uyuya kalırdım. Beni kaldırmaya kıyamaz eski pamuk döşeğinde yatırırdı.
Arada bir de döşeğine işer azarını da işitirdim. Önce azarlar sonra da başımı
okşayıp ‘’Bana çekmişsin ben de on dört yaşıma kadar altıma işedim.’’ diyerek
gönlümü alırdı. Sabah erkenden kalkar namazını kılardı. Her gün onun yanında
yatmak istesem de annem izin vermezdi. Topraktan yapılma küçük odası, kışın
sıcak, yazın da serin olurdu. Babam, dedemin toprak evini yıkıp, yerine beton
bir ev yapmak için çok uğraşmış ama ikna edememişti onu.
Soğuktan üşüyen ellerimi
ısıtmak için cebime atayım dedim ama benim ne ceketim ne de montum vardı.
Dedemin yırtık pardösüsü gibi eski bir giyeceğim de yoktu. Sonra ellerimi
yamalı, siyah, ayakları kısa pantolonumun ceplerine soktum, ısınması için.
Ellerimin üzeri soğuktan çatlamıştı. Annem arada bir zeytinyağı sürerdi
ellerime çatlakları iyileştirmek için.
Ayaklarımda mavi
renkli lastik çizmeler vardı. Yan tarafından yırtılınca, babam ateşte ısıtılmış
sıcak demirle, yırtılan yerin üzerine farklı bir lastik yapıştırarak yama
yapmıştı çizmeme. Soğuktan korumuyordu ama yapacak bir şey yoktu. Babam çizmemi
ilk aldığında sevincimden yatarken ayağımdan çıkarmamış çizmeyle yatağa yatıp
uyumuştum.
Çoraplarım topuk
yerlerinden delinmişti. Annem birkaç kez yama yapıp dikmiş ama artık dikiş de
tutmaz olmuştu. Arkadaşlarımın evlerine gittiğimde çoraplarımdaki delikler gözükecek
diye korkuyor, göstermemek için ayaklarımı arkaya doğru büzüyordum.
Soğuk bir kış gününde bir bayram sabahıydı aslında. Kurban bayramı.
Bu sene ekonomik durumumuz iyi olmadığından babam ne kurban, ne de bana ve
kardeşlerime bayramcalık alamamıştı. Üzülüyordum ama olsun dedim kendi kendime
paramız olunca babam zaten alır.
………………………………………………………………………………………………………………………………………………..
Aradan yıllar geçmiş, ben de evlenip bir çocuğum olmuştu.
Eşimle bir mağazada sekiz yaşındaki oğlumuza bir bot alırken gözlerim doldu,
ağlamamak için zor tuttum kendimi. Ne kadar şanslıydı şimdiki çocuklar. İçim
burkularak anımsadım o eski günleri.
O zamanlar her istediğimiz zaman elbise alamazdı ailemiz. Bayramdan
bayrama yeni elbiseler alınırdı çocuklara. Onun adına da ‘Bayramcalık ’denirdi.
Anne babalar bayramlardan birkaç gün önce şehire gider çocuklarına bayramcalık alırlardı.
Bayramcalık alınırken ayakkabılar ve elbiseler biraz büyük alınırdı. Bir
sonraki yıl da giyebilelim diye.
Bayram öncesi yeni elbiselerimiz alındığında sevinçten adeta
havalara uçardık. Kardeşlerimize ve arkadaşlarımıza yeni elbiselerimizi
göstererek kabarırdık. Bayramlarda arkadaşlarımızla harçlık toplamak için
köydeki tüm evleri ziyaret ederdik. Tabi ki öncelik akrabalarımızdaydı.
Bayramlaşmaya gidilen evlerden biri para vermişse, sokakta
arkadaşlarla haberleşir, hemen biz de oraya doğru koşardık. Para verenleri
hiçbir zaman unutmaz, diğer bayramlarda da ilk önce oraya giderdik
bayramlaşmaya.
Küçük oğlum, bottan sonra bir de pantolon almamızı isteyince
yine eski günlere gittim. Siyah bir pantolonum vardı, abimden kalmıştı bana. Ön
tarafından, dizden yırtık yerlerine başka kumaşlardan yama yapmıştı annem.
Arada bir arkadaşlarım pantolonumdaki yamaları ima ederek ‘Lambalı ’diyerek
dalga geçerlerdi benimle. Arka yerinden her seferinde dikişleri sökülür, annem
de beyaz iplikle dikerdi. Dikişler okulda söküldüğü zaman da bazen alay konusu
olurdum arkadaşlar arasında:
‘’Mehmet, dükkân açılmış oğlum!’’
‘’Mehmet, kestaneler ortaya çıkıyor lan!’’
Hanife öğretmenim, arkadaşlarımın yaptığının yanlış olduğunu
söyler, eve gönderirdi beni. Eve geldiğimde kimseye göstermeden sessizce
ağlardım.
O hafta sonu Hanife öğretmenim evimize gelmişti. Üstüm başım
kirliydi. Onun karşısına öyle çıkmamak için evden uzaklaşmak istedim ama
öğretmenim ısrarla beni görmek isteyince çaresizce odaya girip ‘’Hoş geldin
öğretmenim, ’’diyerek bir köşeye oturdum.
Öğretmenim, İnsanın yüreğini okşayan o güzel sesiyle annemle
babamın yanında konuşmaya başladı.
‘’Mehmet çok çalışkan, saygılı, doğru, dürüst bir çocuk. Ben
okursa bir gün çok iyi bir meslek edineceğine eminim. Lütfen onu destekleyin.
Ben de elimden gelen her şeyi yapacağım.’’ dedi.
Hanife öğretmenim yanında getirdiği bir poşeti de bana
uzatarak:
’’Mehmet hadi bunları giy, bayramcalık olarak say. ’’dedi.
Annemle babamın gözlerine baktım. Başlarıyla onay verince
poşeti alıp diğer odaya geçtim. Poşetin içinde bir pantolon, gömlek, ayakkabı,
çorap ve bir de mont vardı. Giyinip öğretmenimin yanına geçip ellerini öptüm.
Babam: ’’Elbiseleri giyince adama benzedin oğlum.’’ dedi.
Öğretmenim ise: ’’İnsanları insan yapan elbise değil
yüreğidir.’’ dedi.
Yıllar içerisinde Hanife öğretmenimin yardımları, burs ve
kredilerle okuyup hâkim oldum. Onun bana öğrettiği insanlığı ise hiçbir zaman
unutmadım.
Oğlum giyinme odasından pantolonunu ve botunu giyip
çıktığında ‘’Nasıl oldum baba yakışmış mı?” diye sordu. Ben de ona öğretmenimin
yıllar önce babama verdiği cevabı verdim:
‘’İnsanları insan yapan elbise değil yüreğidir oğlum.’’
BAYRAMCALIK
Reviewed by blogdefterimiz@gmail.com
on
Kasım 29, 2018
Rating:

Hiç yorum yok: