1993 yılında, tek öğretmen maaşıyla üç yıl
boyunca biriktirdiği para ve olağanüstü hal bölge tazminatıyla aldığı sıfır
kilometre Renault 12 Toros kırmızı renk binek arabasını, Diyarbakır Ergani yoluyla
doksan km ötedeki Dicle İlçesine şoförle götürürken hüngür hüngür ağlıyordu
Mehmet Hoca.
“Hocam ne oldu neden ağlıyorsun?” dedi şoför.
“Eski günler aklıma geldi,” dedi, İçini
çekerek.
“Hocam sevinmen lazım bak iki kişi çalışanlar
araba alamıyor valla.”
“Haklısın,” dedi gözyaşlarını silerek.
90’lı yıllarda araba almak hele de tek maaşla
sıfır kilometre bir araba almak kolay iş değildi. Üç yıl boyunca eşi ve oğluyla
terörün en yoğun olduğu yıllarda boğazlarından, giyimlerinden kıstılar, para
biriktirdiler. Bir de o yıllarda devlet orda çalışan öğretmenlere hem çift maaş
veriyor hem de olağanüstü hal bölge tazminatını da bankada biriktirip üç yıl
sonra biriken parayı veriyordu. İşte böyle araba sahibi oluyordu Mehmet Hoca.
Carmen kırmızı renkli Renault Toros araba,
Ergani’den Dicle’ye doğru dar yollarda kıvrılırken, yaşamı bir film şeridi gibi
geçti Mehmet Hoca’nın gözünün önünden.
Babası,
kendisinden büyük abisi okuduğundan dolayı yoksulluk sebebiyle bir de onu
okutmak istemiyordu. Köyde ilkokulu bitirir bitirmez şehirde mobilyacının
yanına çırak olarak yerleştirdi onu.
Abisiyle beraber tek odalı bir evde tek
kişilik karyolada birlikte yatıyorlardı. Ne doğru dürüst giyecek elbiseleri, ne
de yiyecekleri vardı. Biri on yedi diğeri on iki yaşında iki çocuk, şehirde tek
başlarına hayata tutunmaya çalışıyorlardı.
Sabahları çoğunlukla aç gidiyorlardı okula ve
işe. Mehmet, mobilyacıdan aldığı haftalığıyla abisine destek olmaya
çalışıyordu. Kimi zaman bulgur pilavı ayranla karınlarını doyuruyorlar kimi
zaman yumurtayla idare ediyorlar, paraları olmadığı zamanlarda da aç
uyuyorlardı. Bir haftalık çayları demleyip içiyorlardı.
İkinci yıl Mehmet, abisi Zeki’ye “Abi ben de
okumak istiyorum ne olur beni de yazdır okula,” dedi.
“Nasıl
yazdırayım Mehmet, babam razı olmaz buna,” dedi.
“Benim içimde çok büyük bir okuma aşkı var
abi,” dedi Mehmet.
Zeki, kardeşinin bu okuma isteğini okulundaki
Türkçe Öğretmeni Ali Erkan Hoca’ya anlatmış, hoca da “Getir kardeşini onu ben
yazdıracağım,” diyerek Mehmet’in yolunu açmıştı.
Artık beraber gidiyorlardı okula. Mehmet de
okumaya başlayınca hayat daha da zorlaşmıştı onlar için. Anneleri her hafta bir
çıkın ekmek gönderiyordu onlara. İçine de tuzlu yoğurt, çökelek gibi azıklar
koyuyordu.
Mideleri sıcak yemek görmüyordu pek. Mehmet vitaminsizlikten
Beden Eğitimi derslerinde bazen bayılacak gibi oluyordu. Okul kantininde tost
ve simit’i meyve suyuyla, şalgamla içen arkadaşlarına imreniyordu; ama ne
yapsın parası yoktu.
Ne parasızlık ne de yokluk onun okuma aşkını
yıldırmıyordu. Derslerine delicesine çalışıyor, öğretmenlerini dinliyor
ödevlerini yapmak için hafta sonları kütüphaneye giderek saatlerce
ansiklopediler arasına dalıyordu.
Ortaokulda daha birinci sınıftan itibaren
okulun en çalışkan öğrencileri arasına girmişti. Okulda yapılan sınıflar arası
ve okullar arası tüm yarışmalarda okulunu temsil ediyordu.
Ortaokulu zor şartlar altında bitirdi.
Okulundaki Türkçe Öğretmeni Ali Erkan Hoca her zaman yardımcı oldu ona. Bazen
para yardımı yaptı bazen de yardımseverlerin verdiği elbiselerden verdi ona.
Ortaokul sonrası Konya’da Tarım Meslek Lisesi
sınavında 600 kişi içinden ilk on arasına seçildi ama yetmişli yıllarda
ülkedeki terör olayları sebebiyle başlayamadı bu okula. Antakya’da bir liseye
kaydoldu. Yaşam daha da zorlaşmıştı onun için artık. Abisi de yoktu yanında
okulu bitirmişti, Ali Erkan Hocası da yoktu; çünkü liseye başlamıştı.
Mehmet artık tek başına bir odada kalıyor,
yapabildiği ölçüde makarna, patates sulusu, bulgur pilavı pişiriyor, kendi
çamaşırını, bulaşığını yıkıyordu. Evde bir şey kalmadığı zamanlarda da kimi
zaman şehirdeki akrabalarının yanına yemeğe gidiyordu. Her gün gidemiyordu
akrabalarının yanına; ‘yemek için geliyor’ şeklinde düşünürler diye gençlik
gururuna yediremiyordu. Küflenmiş ekmeklerle, kuru zeytinle karnını doyurduğu
zamanlar oluyordu.
Anne-babası ve kardeşleri çalışmak için
Çukurova’ya çapa çapalamaya gittikleri zaman, o tek başına parasız pulsuz
yaşamla mücadele ediyordu. Yine böyle bir zamanda, lise ikide üç gün boyunca aç
kalmış, kuru bulgurla karnını doyurmuştu. Okulda açlıktan gözleri kararıyor
dersleri anlamakta güçlük çekiyordu.
O gün okul sonrası çarşıya çıktı Mehmet, pamuk
başaklarından topladığı paralarla babasının aldığı kolunda kabararak gösterdiği
kol saatini bir saatçi de içi sızlayarak sattı. Sonra köprübaşında küçük bir
lokantaya girdi:
‘’Bir kuru fasulye pilav,’’ dedi.
Bitirir bitirmez bir daha istedi. Onu da
bitirdi. Üçüncüyü isteyemedi ‘öküz’ derler diye. Lokantadan çıkıp Cumhuriyet
Caddesi’nde bir humusçuya girdi, orada da bir humus yedi. Eve doğru giderken
domates, biber, ekmek alıp tuza batırarak karnını doyurdu.
Liseyi zor şartlar altında bitirdi. Üniversite
sınavında Ankara Gazi Üniversitesi’ni tutturduğunda artık genç bir insandı.
Kitap okumayı da hiç ihmal etmedi Mehmet. Başkalarından ve kütüphanelerden
aldığı ödünç kitaplarla kendini geliştirdi.
Ankara’da üniversiteye başladığı ilk yılın
aralık ayında köydeki abisi yazdığı bir mektupla ‘hayat dersi’ verdi ona.
Babası ona yazlık bir takım elbise almış,
onunla Ankara’nın gri buz gibi soğuğunda okula gidip geliyordu. Burası Antakya
gibi değildi. İnsanlar kazaklar, kabanlar giyiyor; eldivenler takıyorlardı.
Bir gün
gençliğin verdiği gururla abisi ve babasına bir mektup yazdı:
“Siz benim bu Ankara’nın buz gibi insanın
içini titreten soğuğunda nasıl üşüdüğümü, donduğumu, aç kaldığımı biliyor
musunuz?”
Çok geçmeden abisi ona mektubunda hayatı
boyunca unutamayacağı hayat dersini verdi.
“Sen de benim sana harçlık göndermek için
evlilik yüzüğümü sattığımı biliyor musun?”
Üniversiteyi bitirir bitirmez askerliğini
yaptı Mehmet. Sonra da öğretmenliğinin ilk başlangıç yeri olan Diyarbakır’ın
Dicle İlçesi’nde göreve başladı.
Şoför, “Geldik hocam,” dediğinde kendine
geldi. Dicle’de arabayı evlerinin önüne çektiklerinde küçük oğlu Nuri sevinçten
havalara uçuyordu. Kolay mıydı öyle o kadar yoksulluğu yaşadıktan sonra bir
araba sahibi olmak?
O yıl Adana’ya tayini çıktı Mehmet Hoca’nın.
Adana merkezde bir okulda görevine başladı. Kırmızı renkli arabasıyla eşi ve
iki oğluyla birlikte güzel günler geçirdi. Ta ki 2002 yılının bir şubat
gecesine kadar. Karşı apartmandaki bir arkadaşına ziyarete gidip döndüklerinde
Apartman bahçesinde göremediler arabalarını. Yanlış bir yere mi park ettim diye
tüm sokağı dolaştı Mehmet hoca ama yoktu, kızı olmadığı için kızım dediği
arabası kırmızı kız yoktu…
Çalınmıştı arabası. Sabaha kadar Adana’daki
abisi ile birlikte şehrin tüm sokaklarını alt üst ettiler ama bulamadılar.
Üstelik kasko da yaptırmamıştı arabasına. Polise haber verip aylarca, yıllarca
bekledi Mehmet Hoca ama arabası bulunamadı. Bir şubat akşamında arabası için şu
şiiri yazdı:
“Bir gecenin karanlığında,
Kimseler görmez iken,
Çaldılar götürdüler seni benden,
Yüreğimin bir parçasını koparırcasına.
Yıllar önce öğretmenliğimin ilk yıllarında,
Diyarbakır-Ergani yolunda,
Seni götürürken Dicle’ye,
Hüngür hüngür ağlamıştım Kırmızı Kız.
Sen, çocukluğumun hayali,
Evimin direğiydin Kırmızı Kız.
Sen hatıralarımın sembolü,
Taptığım kadındın Kırmızı Kız.
Sen, yaşamadığım duyguları bana tattıran,
En büyük sevgilimdin Kırmızı Kız.
Dayanamazdım seni çizmelerine,
İçim giderdi çukurlara düştüğünde,
Yokuşları çıkarken bende zorlardım seninle
incinme diye,
Seninle ağladım, seninle güldüm,
Dön yine bana Kırmızı Kız,
Lütfen dön!”
Aradan yıllar geçti ama KIRMIZI KIZ dönmedi.
Mehmet Hoca ne zaman caddelerde kırmızı bir araba görse hep umutsuzca Renault
Toros Kırmızı arabasını düşündü…
Emin DOĞAN
KIRMIZI KIZ
Reviewed by blogdefterimiz@gmail.com
on
Ocak 01, 2019
Rating:

Hiç yorum yok: